< < Önceki Sayfaya Dön
Benzer Ürünler
OSMANLI KILICI MİNELİ YÜZÜK
OSMANLI KILICI MİNELİ YÜZÜK
OSMANLI KILICI MİNELİ YÜZÜK

Osmanlı Kılıcı Mavi Mineli Gümüş Yüzük (KAR00283)

Marka : Vav Gumus
İndirim Oranı : %60 İndirim
Fiyat : ₺4.105,03(KDV Dahil)
İndirimli : ₺1.642,01(KDV Dahil)
₺155,14 'den başlayan taksitlerle
Yerli

Gümüş 925 Ayar
 Ağırlık 20,00 Gram

OSMANLI KILICI

Bıçak kılıcın esas kesici görevini yerine getiren en önemli bölümüdür. Uzunluğu ve genişliği üzerinde standart ölçüleri olmayan namlu Osmanlı kılıçlarında form olarak özellik gösterir ve Avrupa kılıçlarından bu özelliği itibari ile ayrılır. Osmanlı kılıçları hafif balçaktan uca doğru hafif eğimli ve tek taraflı keskin olarak yapılmışlardır. Bu eğimin kılıcın kullanılmasında kolaylığı ve etkinliği sağlamak üzere belirli teknik ölçülere göre verildiği muhakkaktır. Hint, İran ve Memlük kılıçlarında da bu eğrilik görülür. Türk kılıçlarının en büyük karakteristik özelliği namlularda kullanılan çeliğin elde edilmesi ve bu namlular üzerinde çağına göre ileri bir teknikle yapılan süsleme, bezeme ve hat sanatını uygulamalarıdır. Ayrıca Cengiz Han zamanında Moğol ülkesine giden Çinli elçiler bunların çelik işlemeyi bilmedikleri Moğolgenerallerinin ve ordularının kılıçlarını Uygur Türklerine ısmarladıklarını yazmışlardır. Kılıcın gerek yapımında gerekse kullanımında tarihi bir geçmişe ve ustalığa sahip olan Türk toplumu bu özelliğini Osmanlılar zamanında da devam ettirmiştir.

 

Kılıç namluları arasında en meşhur ve en seçkinlerinin Şam da yapılmış oldukları ve buna Şam’ ın Arapça adı olan” DIMIŞK” ile bağlantı kurularak “DIMIŞKİ” adı verildiği birçok kaynaklarda belirtilir. Hatta o kadar ki Şam tekniğini uygulayan ve Şam çeliği ile çalışanlara “DIMIŞKÇI” ünvanı verilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman ın saltanatının ilk yıllarında kendisine bayramlık hediye (bayramiye) veren sanatkarlar arasında DIMIŞKÇI Hüseyin in bir Dımışki yumurta, DIMIŞKÇI Murat ın on dımışki yumurta hediye ettiklerini görüyoruz. Burada yumurta deyimi ile kılıç yapımında kullanılan ve kılıç yumurtası diye adlandırılan has çelik kastedilmektedir.

Kılıç Osmanlılar zamanında sayıca en çok kullanılan silahlardan bir olduğu halde imalathaneleri ve buralarda kılıç yapılması esnasındaki işlemler hakkında kesin bilgi veren bir kaynak yoktur. yalnızca Evliya Çelebi seyahatnamesinde; Fatih Sultan Mehmed in Kurşunlumahzen ve Topkapı arasında yaptırmış olduğu Dımışkihane den bahisle: “Hatta Sultan 4.Murad ın kılıççıbaşısı Davud bu kılıçhanede işlerdi kale dışında, deniz kıyısında büyük bir işyeri idi” der.

 

Sultan İbrahim başa geçince (1640), Dımışkihane nin Gümrük Emiri Ali Ağa tarafından satın alınarak yıktırıldığını böylece ne kılıçhanenin ne de demir madeninin adı ve nişanının kalmadığı belirtilir. Bir çok sefaretname ve seyahatnamelerde Türk kılıçlarına, kılıç talimlerine ve kılıç kullanmada Türk askerinin ustalıklarına dair böümlere yer verilir.

 

Türk kılıçları şekil, görünüş ve hafiflik yönünden Avrupa kılıçlarından daha mükemmeldir. Avrupa süvarilerindeki en büyük eksiklik kılıçlarının ağır oluşlarından ileri gelmektedir. Herkesin kendi kullanacağı kılıcı kendisinin seçmesi Osmanlılar da adettir. Yüzlerce yıldan beri Osmanlılar bütün dikkatlerini kılıcın mükemmelleştirilmesine vermiştir. Türk kılıçlarını kullanmak bir ustalık işidir. Öyle ki Yatağanın ağzının çok keskin olmasından ve biçiminden dolayı zamanla bir kullanım kültürü gelişmiştir. Örneğin yatağan sahibi, karşısındaki kişi zayıf ise yatağanın keskin ağzı ile değil de kesmeyen sırtı ile müdahale ederdi. Oğuzlar’ ın milli düşüncelerine göre Türkler tarafından icat edilen ve yine eşsiz bir şekilde kullanılan kılıcı bu eski geleneğin devamı olarak kullanılabilen sanatı Osmanlılar tarafından benimsenmiş ve Yeniçeri Ocağındaki talimhanede, talimhaneci tarafından kabza tutmak ve kılıç çalmak talimleri yapılmıştır. Kılıç çalmak; kılıca herhangi bir zarar vermeden hedef üzerine kullanma tekniğine uygun olarak indirip istenilen en yüksek sonucu almaktır.

 

Bir süs eşyası zarafetinde ince ve narin görünümü ile bugün müze vitrinlerini yerli ve yabancı kolleksiyonları süsleyen Türk kılıçları yaşadıkları çağlarda usta Türk savaşçısı elinde zırhları, miğferleri parçalayan aman vermez bir silah kimliğini taşımaktadır.

 

Süvari bir ulus olan Türklerde kılıcın her kişinin yanında taşıdığı bir araç olması çok doğaldır.Türkler at ve kılıçla tarih boyunca çağlar açmışlar,çağlar kapamışlardır.Kılıç Türklerde kutsal kabul edilmiştir. Demir ve onu eriten ateşin büyük bir ruhsal yönü olduğu kabul edilirdi. Demire büyük saygı gösteren Türkler bu nedenle kılıca da saygı göstermişler, yeminlerini kılıç üzerinde yapmışlardır.


İyi kılıç yapımı demiri bulan Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kamaların namlu denilen madeni bölümü daha da uzunlaştırılan Türk kılıçları dövme demirden ve ağırlıkları uç tarafa toplanacak biçimde yapılırdı.Her bozuluş yada kırılışta yeniden dövülerek kılıç biçimi veriliyordu. Türkler, kılıcın yapımında ve kullanımında de üstün yetenek göstermiş,kılıcın kullanım tekniğinde de büyük aşama yapmışlardır. Özel formüllerle yapılan kılıçlar yetenekli bileklerde büyük işler başarmışlardır. Tek vuruşta bir deve yavrusunu ikiye biçen bilek, yine tek vuruşta bir atlası ikiye bölüyor, kat kat yapılmış keçeyi doğruyordu.

 

Kılıcı saldırı aracı olarak kullanan Türkler kılı kesecek kadar hünerli idi ve savunma aracı olarak kalkanı da ona eş değer özellikte kullanıyordu. Avrupa kılıçları düz ve iki tarafı da keskin olarak yapılıyordu. Türk kılıçlarının ise bir tarafı keskin ve kıvrıktır. Mezarlarına atları ve kılıçları ile gömülmelerini isteyen Türklerin kazılarla sağlanan bulgularında bu tarihsel yönlerini yansıtan bir çok belge ele geçmiştir.

 

M.Ö. 23-24. Yüzyıl öncesine varan doğu Hun Türklerinin silahlarına ait Çin kaynaklarında geniş açıklamalar vardır. Bir bölümde şöyle denilmektedir: Onların hepsi zırhlı süvarilerdi. Uzağa mahsus silahları yay ve oktu,Kısa silahları ise keskin kılıçlar ve mızraktı.

 

Shamsir (şaşmir): Şaşmir Eski Persçe de kılıç anlamına gelmekle birlikte kuşağa takıldığına kıvrık namlusunun yandan bakıldığında aslanın kuyruğuna benzediği için de bu ismin verildiği söylenmektetir. İran, Türk, Rusya ve Hindistan da kullanılmıştır.

 

Tarihçi Lofyor. ”Kılıç, acemilik ve dikkatsizlikte bir toprak çanak gibi kırılır. Kılıç onu kullananın bileğin kuvvet ve yeteneği ile üstünlük kazanır. İşte bu bilek Türklerde vardır”demektedir.

Ayrıca tarihi belgelerde Alparslan’ın yönettiği ani saldırılarda her Türk askerinin biri elinde, biri belinde, biride ağzında olmak üzere üç kılıcı olduğu belirtilir. Savaş dışında ise kılıç bir egemenlik sembolü olarak kullanılıyordu.

 


Kılıç; kabza, korkuluk ve namlu diye adlandırılan üç bölümden oluşmaktadır.
Kabza: Ağaç, boynuz, kemik yada madeni maddelerden yapılırdı. Kabzanın süslü olmasına her dönemde ayrı bir özen gösterilirdi.


Korkuluk: Kılıcı kullanan kişinin elini bir darbeye karşı koruyan bölümdür.
Namlu ise: Kılıcın madeni bölümüdür. Türk kılıçlarının namluları eğridir. Eğri namlular darbede daha büyük yara açtıkları için delici kılıçlardan daha öldürücüdür. Bazı kılıçlarda iki yanları keskin, ucu sivri, düz yada yuvarlak olan namlu türleri de vardır. Namlunun keskin kenarına kılıç ağzı yada kılıç yalmağı denir.

 

Eski Türklerde kılıç yapımı ustalığı yanı sıra, kılıç üzerine ve kınına yapılan işlemecilikte büyük bir sanata dönüşmüştür. Kılıçların kınları ilk dönemlerden beri hayvan, bitki türündeki motiflere göre süslenirdi. Kılıçların üzerine de özellikle kabza bölümlerine; kaç yılında, hangi amaçla, kimin tarafından yapıldığı kazınarak işlenirdi. İslam dininin kabulünden sonra kılıçlar üzerine ayet, hadis ya da bazı mısralar işlemekte bir gelenek olarak benimsenmiştir. denilen bir kılıfta korunur ve taşınır. Kın önceden madenden yada tahtadan yapılırdı. Kının üst tarafında bele bağlanmasını sağlayacak olan bölüm vardır.

11.Yüzyılda yazılan Kaşgarlı Mahmud un eserinde; demir maddesinde şu açıklamalar vardır; Kırgızlar Yabanku, Kıpçaklar ve öteki Türk boyları yemin edecekleri zaman demirden yapılmış kılıcı kınından çıkarırlar önlerine enine koyar ‘Bu kök girsin,kızıl çıksın’ diyerek yemin ederlerdi.Bunun anlamı sözümde durmasam bu kılıç temiz girsin vücudumdan kanlı çıksın biçiminde idi.

 

Eski Türklerde daha 5-6 yaşındaki çocuklar ellerine verilen tahtadan yapılmış kılıçlarla bu uğraşa hazırlanırdı. Daha sonra iki çocuk bu tahta kılıçlarla birbirlerinin karşısında beceri edinirlerdi. Eski kaynaklara göre Türkler eğri ve tek yüzlü bir savaş aracı olarak kullandıkları kılıçları ile ilgili düzenlenen oyunlara büyük önem verirlerdi. Kılıçla ilgili becerilerini artırmak, sergileyebilmek için sık,sık gösteri düzenlenirdi. Bu kılıç oyunları yıl dönümlerinde ve büyük törenlerde yakılan ateşin çevresinde, müzik eşliğinde ritmik hareketlerle yapılırdı. Bu oyunlar ve benzeri akrobatik hareketlerin Türk efsanelerinde, destanlarında geçmesi bunların tarihin derinliklerinden indiğini anlatır.

 

Kılıç – kalkan oyunu bir dini inançtan oluşmuştur. Bu gösteri ilkbaharda yeniden ateş yakmak amacı ile yeni yılın başında yapılırdı. Bundan yeni yılın ürünü için bir sonuç çıkarılırdı.
İki düşman kabile arasındaki iddialı gösterilerde öldürme koşulu vardı. Düğün ve bayram gibi özel günlerdeki gösterilerde ise oyuncular birbirlerini yaralamaktan kaçınırlardı. Ancak oyunun aşırı heyecan ile yinede ölenler olabilirdi.


Türkler çok iyi kullandıkları kılıçlarına kutsal bir değer kazandırmışlardır. Eski Türklerde olduğu gibi Osmanlı Türkleri de yeminlerini kılıç üzerine ederlerdi. Fatih Sultan Mehmet Bosna’daki Latin kilisesine tanıdığı ayrıcalığı doğrulamak için ‘‘Kuşandığım kılıç hakkı için” diyerek güvence vermiştir. Yavuz Sultan Selim de Venediklilere ticaret ile ilgili olarak verdiği izni; ”Kılıcım hakkı için” diyerek garanti etmiştir.


Kılıç yapımı için 3-5 kg ağırlığındaki kılıç yumurtası 5-8 cm çapında ve 8-12 cm yüksekliğinde oval biçimdeki bir çelik külçe dövülerek yapılırdı. Sonradan değişik formüllerle kılıca su verilirdi. Kılıca su verme işlemi başlı başına bir sanattı. Kılıç ustaları kendilerine özgü değişik su verme formülleri bulmuşlar ve bunları birbirlerinden büyük değer olarak gizlemişlerdir. Bu türde yapılan Türk kılıçları havaya atılan yaş pamuktan bir yumağı kolayca ikiye biçerdi.

 

Yatağan, Osmanlı döneminde yaygın olarak 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar kullanılmış meşhur ve etkili bir tür kılıç.

 

Yabancılar arasında Türk Kılıcı, halk arasında Kulaklı olarak da bilinir. Kılıcın ağırlık merkezi, kılıç yapımında Türk eğrisi olarak bilinen açısı ve ideal vuruş şekli diğer kılıçlardan farklı olduğu için kullanımı zordur. Ama iyi kullanan birinin elinde tahrip ve keski gücü, çağdaşı kılıçlardan çok yüksektir. Sırplar arasında da 19. yüzyılda ulusal kılıç haline gelmiştir.

Yatağanlar, herhangi bir kılıcın savunma ve saldırı görevini yapmakla beraber biçim, yapı ve ölçü yönünden birçok farklılık taşır. Beyaz veya siyah kemik, fildişi, ahşap ya da boynuzdan yapılan kabzanın baş kısmı iki geniş kulak şeklinde sağa ve sola ayrılır. Bunlar yatağanın hamle sırasında elden çıkmasını önledikleri gibi silaha ayrı bir estetik görünüm verir. Bu görünüm nedeniyle halk arasında Kulaklı diye adlandırılır.

 

Namlunun eğimine paralel eğim yapan kabza başı hafifçe içeri kıvrılarak tutulduğunda eli kavrayan bir tırnak meydana getirir, balçak bulunmazdı. Bir “Y” harfi meydana getiren kabza enli ve kalın bir metal bilezik altında namlu ile birleşir, namlu kabza içinde baş kısma kadar uzanırdı. Yatağanlarda namlu bildik kılıçlara göre daha kısa olur ve onların aksine iç bükey kenar keskin, dış bükey kenar düz olurdu. Dışbükey kenarda genellikle demir, keskin olan iç kenarda ise çelik kullanılırdı. En önemli özelliği, palalarda olduğu gibi eğimin uzun olan kenarının değil aşağı bakan ters kısmının keskin olmasıdır.

 

Osmanlı’da yeniçerilerin, piyadelerin ve leventlerin kullandığı bir silah olan yatağan kını içerisinde belde, kuşağa veya silahlığa sokulmuş olarak taşınırdı. Boyları 60-80 cm. arasındadır. Yatağanlar ve yatağan kınları üzerinde de kılıçlarda olduğu gibi çeşitli bitkisel geometrik motifli süslemeler yapılmış, kartuşlar içerisinde kitabelere yer verilmiştir. Süslemede daha ziyade gümüş, altın ve kıymetli taşlar kullanılmıştır. Kitabelerde kullanılan yazılar, hat sanatı açısından kılıçlarda olduğu gibi yüksek seviyede değildir. Özellikle ucuz ve adi yatağanlarda herhangi bir zanaatkârlık görülmez, yazılar özensiz, çoğu zaman yanlış yazılırdı. Yatağan’da motifler ve yazılar bazen bir şiir bazen bir özlü söz olmakla beraber çoğunlukla ayetler, kılıcın sahibinin ismi, dualar ve kılıcı yapan ustanın mührü ile yapım tarihi görülmektedir. Dua olarak genellikle “Ya Muhammed kıl şefaat” yazıldıktan sonra kılıç sahibinin ismi geçerdi. Üzerlerinde çoğunlukla kan oluğu da bulunurdu. Yatağanın ağzının çok keskin olmasından dolayı zamanla bir kullanım kültürü gelişmiştir. Örneğin yatağan sahibi, karşısındaki kişi zayıf ise yatağanın keskin ağzı ile değil de kesmeyen sırtı ile müdahale ederdi.

 

Yatağan’ın namlu motifleri kılıcın üzerine işlenirken genellikle iki yöntem kullanılırdı: İlk yöntemde, kakma sanatıyla motifler yapıldıktan sonra oluşan boşluklar erimiş altın veya gümüşle doldurulur, son olarak yüzey taşlanarak düzgünleştirilirdi. Ancak bu yönteme az rastlanılır, motifler genellikle gümüş olduğundan ikinci yöntem uygulanırdı. Bu yöntemde istenilen motifin şekli ince bir gümüş tele verildikten sonra kılıcın üzerine işlenirdi.
Halk arasında tek parça demirden özensiz yatağanlar yapılsa da sahibinin statüsüne uygun kaliteli yatağanların yapılabilmesi için kılıcın belli bölümünde uzmanlaşmış birden fazla ustaya ihtiyaç duyulurdu. Bir usta bıçak kısmını yaparken biri kabzayı öbürü kınını bir başkası da motifleri yapmaktaydı. Motif ustaları da kakma yapan ve tel işleme yapan olarak ikiye ayrılırdı.

 

MİNE VE MİNE SANATI 
Mine çok zarif bir bezeme biçimidir. Mine bezeme ve mine minyatür sanatı yüzyıllardır bilinen ve yapılan bir el sanatı dalıdır. Yüzeyleri mineyle bezeme sanatı olan "mine işi" büyük bir ustalık ve özen gerektirir; çünkü mine genellikle çok kolay kırılır. En eski minelerin çoğu kırılıp kaybolmuş olduğu için eski, ünlü sanatçıların yapmış olduğu mineler günümüzde çok ender ve değerlidir.


Günümüzde bu tür mine işi ender yapılmakta, kulüp ve okul rozetlerinde, nişanlarda, saç fırçası ve el aynalarının arka yüzlerinde kullanılmaktadır. Kuyumcu mineleri, levha ve rozetlerde sanayide ve kuyumculukta kullanılır. Metal üzerine figüratif resim ve manzara kompozisyonları yapımında beğenilen bir yöntemdir.  


Mine, metal bir yüzeyin sert ve parlak bir cam katmanla kaplanmasıyla elde edilen bir bezeme biçimidir. Mine yapmak için çok sıcak bir fırında özel bir ısıtma işlemi uygulanarak metal ile cam kaynaştırılır. Dişlerin dış yüzeylerini kaplayan sert ve parlak dokuya da diş minesi adı verilir. Mine sanatı altın, gümüş ve bakır gibi değerli metallerin mine boyalarıyla süslenmesi temeline dayanmaktadır.


Mine, metal nesnelerin parlak kırmızı hale gelen yüksek sıcaklıkta çeşitli maddelerin eritilerek birleştirilmesiyle camsı bir yüzey olacak şekilde kaplanmasıdır. Mine,  Soda, Boraks, Silisyum, Kurşun Oksit karışımından oluşur. Mine renksiz ve saydam bir camdır. Mineye rengi veren metal oksitlerdir.  Mine, temel olarak renksiz cam ile metal oksitlerin bileşiminden oluşur. Renk veren oksitler tek başlarına veya değişik oranlarda kullanılarak çeşitli renkler meydana getirir. Frit ya da Flux olarak isimlendirilen temel cam maddelerinin oranı ile metal oksitlerin oranı minenin ısı altındaki sertlik ve Parlaklık durumlarını belirler. Kurşun, potasyum ve soda minenin sertliğini, parlaklığını veya yumuşaklığını belirler. Borax cam ile metal oksitleri birbirine karıştırıp parçaların oluşumunu sağlar. Borax, potasyum ve soda, minenin esnekliğini kontrol eder. Fazla Borax esnekliği azaltır, daha fazla soda ya da potasyum ise esnekliği arttırır.[2] Bu denge kurulamazsa mine metal ile kontak kuramayacak ve çatlayacak ya da atacaktır.


MİNE SANATI KISA TARİHÇESİ 
Mısırlılar, önce toprak kaplar üzerinde bir çeşit mine yaptıkları daha sonraları da firuze, lacivert, mor ve zümrüt yeşili minelerle bezeli altın takılar ve mücevherler imal ettikleri bilinmektedir. Eski Yunanlılar da mine işini öğrenmiş ve bazı heykelleri mineyle süslemişlerdi.


Bizans sanatında (İncil Kapakları, kutular, haçlar, ikonalar ve ikona çevreleri) İslam sanatında El-Biruni'nin yapıtlarında mine tekniğine ilişkin bilgilere rastlanmaktadır. Mine sanatındaki en erken İslam Eserleri Fustat'ta bulunmuş olan  Fatimiler döneminden kalma, altından yapılmış mücevherlerdir. İspanya'da Kurtuba'da (Cordoba), Medinet üz-Zehra'da da Fustat'dakilere benzer mineli mücevher ele geçmiştir. (11.-12.yy'lar). Artuklu Emiri Rüknettin Davut için 12.yy'da hazırlanan bir bakır tas mine sanatının güzel örneklerindendir. Osmanlı döneminde mine tekniği özellikle 17.yy'ın ikinci yarısında yaygınlaşmıştır. 


Rönesans döneminde Avrupa'da yapılan mine minyatürler yapılmış,  bu dönem sanatçıları beyaz mine zemin üzerine metal oksitleriyle boyanmış ve üzeri saydam bir mineyle kaplanmış portreler yapmışlardır. Londra'daki Victoria ve Albert Müzesi'nde çok güzel bir mine koleksiyonu vardır.

 

cultureSettings.RegionId: 0 cultureSettings.LanguageCode: TR