Tevhid: “Birlemek” “ Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak.” “Lâ ilâhe illâllah sözünü tekrarlamak” manalarına gelir. Tevhid denilince akla hemen “lâ ilâhe illâllah” kelamı gelir. Bu kelama "kelime-i tevhid" denilir ve Allah’tan başka hak mabut olmadığını ifade eder.
Yüzüğün üstüne هو الله yani O, ALLAH'tır veya ALLAH O'dur, lafzı nakşedilmiş. İki yanına Osmanlı Tuğrası işlenmiş. Dört köşesine ise İslamın dört büyük Halifesi Hz. Ebubekir, Hz Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali Radiyallahuanhumaların isimleri kazınmış. Yüzüğün O, ALLAH'tır lafzı ünlü Osmanlı Hattatı Ahmed Karahisârî'nin, En'am sûresinin serlevhası örnek alınarak sekizgen olarak nakşedilmiş.
Şimdi Ahmed Karahisârî'yi tanıyalım.
YAZININ
YÜZÜNÜ AĞARTAN HATTAT: AHMED KARAHİSÂRÎ
Osmanlı öncesi hat sanatının en etkili üslubu olan
Yâkut Ekolü’nün zarâfet ve dinamizmine kendi tarzında yeni bir soluk katarak,
bu ekolün Anadolu’daki en önemli temsilcisi hâline gelen Ahmed Karahisârî,
hüsn-i hatta gösterdiği kudret sâyesinde daha sağlığında “Yâkut-ı Rûm” ve “Şemsü’l-hat”
olarak şöhret kazanmıştı. Hakkında söylenen şu beyit, mahâretine delîl olması
bakımından zikre şâyândır:
Hatt-ı
hûb içre beyâza çıkaran kendözünü
Yazının
Karahisarî’dir ağartan yüzünü
Gerçekten de eserlerindeki itina, hüsn-i hattı sâdece
yazmadığına, aynı zamanda bir nakkaş gibi işlediğine işâret etmektedir.
Özellikle kâğıd üzerine yazmış olduğu hatlarında altını cömertçe kullanmış olan
Karahisârî’nin, Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde bulunan en‘amında, yazıyı
sınırlamakta kullandığı tahrîrlerin ve bazen dolgu unsuru olarak kullandığı
örgelerin zarâfeti, nakkaşlıkta da mahâret sahibi olduğuna ve en önemlisi,
hattın başlıca melekelerinden olan sabra fazlasıyla mâlik olduğuna delîl teşkil
etmektedir.
Sürekli yeni arayışlar peşinde koşan, bilhassa sülüs
ve celî yazılarının ağırbaşlı, fakat bir o kadar azâmetli terkiblerindeki
zarâfet ile Osmanlı hat sanatında, kendi adı ile anılan yeni bir ekol
oluşturmayı başaran Ahmed Karahisârî’nin, Kanunî Sultan Süleyman için muhakkak
ve nesih hat ile yazdığı muhteşem Kur’an-ı Kerîm ile Ehl-i Hiref
Teşkilâtı’na dahil edilerek, sultanın iltifâtına dahi nâ’il olması, hüsn-i
hattaki kudretinin büyüıklüğüne delîldir. Halen Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan
bu Kur’an-ı Kerim‘in, Kültür Bakanlığı tarafından tıpkıbasımı yapılmıştır.
San‘at yaşamı boyunca manevî evlâdı Hasan Çelebi, Ferhâd Paşa, Mütevellîzâde Derviş Mehmed Efendi,
İbrahim Hüsnî Efendi, Amasyalı Mehmed Efendi, Hicâzî Süleyman Efendi ve
Muhyiddîn Halife gibi çok sayıda hattat yetiştiren Ahmed Karahisârî’nin
üslûbu, tilmizleri ve onların birkaç öğrencisi ile sınırlı kalmış ve Şeyh Hamdullah Üslûbu karşısında
tutunamayarak, ne yazıkki tarihe karışmıştır. Ancak bu durum, onun hüsn-i
hattaki müstesna mevki’ne asla gölge düşürmez. Zira her dönemde sitayişle
takdir edilmiş olan celî hattındaki kudreti, Mustafa Rakım Efendi‘ye kadar Türk hat
san‘atındaki etkisini devam ettirmiştir.
1469(?) yılında Afyon Karahisârı’nda dünyaya gelmiş
olduğundan, memleketine nisbetle Ahmed Karahisârî ismiyle müştehir
olan hattatın asıl ismi Ahmed Şemseddîn’dir. İbtidâ’î eğitimini memleketinde
tamamladıktan sonra medrese eğitimi almak için gittiği İstanbul’da, Halvetî
şeyhlerinden Karamanlı İshâk Cemâleddîn Efendi’ye intisâb edip ona halife
olmuş, medrese eğitimini tamamladıktan sonra da tümüyle tasavvufa yönelmiştir.
Ahmed Karahisârî’nin hüsn-i hatla tanışması da, Şeyh
Hamdullah’ın tilmizlerinden olan ve hattatlar meyanından “Cemâl Halife” namıyla
yad olunan şeyhinin sayesindedir. Onun tesiri ile hüsn-i hatta heves ederek,
aslen İranlı olup Otlukbeli Savaşı’ndan sonra Yavuz Sultân Selim’in emri ile
İstanbul’a gönderilen san’atkâr grubu içinde yer alan Esedullah
Kirmânî’den aklâm-ı sitte meşketmiştir. Yâkut Ekolü’nün önemli
temsilcilerinden olan Esedullah Kirmânî’den başka, Sofî Yahya Efendi’den de
istifâde etmiş olduğu nakledilmektedir. Şaşırtıcı olan, şeyhinin de hocası
olmasına rağmen Şeyh Hamdullah ile yollarının kesişmemiş olmasıdır.
Ahmed Karahisârî’nin dönemin en büyük hattatı olan
Şeyh Hamdullah’tan uzak duruşu, nev-i şahsına münhasır karakteri ile
açıklanabilir. O, Şeyh ile aynı menbadan beslendiği halde kendi vadisinde
akmayı tercih etmiş, ama nihayetinde denize ulaşamamıştı. Ancak, belki de
sonunun hüsran olacağını bile bile giriştiği bu tatlı rekabet, şüphesiz Türk
hat san‘atının kendine has çizgisini bulmasında büyük bir rol oynamıştır.
Ehl-i tarikat ve sofî-meşreb bir zât olup mücerret bir
hayat geçirmiş olan Ahmed Karahisârîtüm dikkat ve mesaisini san‘atına
hasretmişti. Onu tanıma şerefine nâ’il olanlar, uzun boylu, zayıf yapılı, temiz
esvâblı ve nur gibi temiz sakallı olarak betimlemekte, Arapça ve Farsça’ya
vâkıf, elsine-i selâsede şi’ir söylemeye muktedir olduğunu nakletmektedir.
Uzun ve verimli bir yaşam sürdükten sonra 1556 yılında
şu fâni dünyadan göçüp giden Ahmed Karahisârî, ömrü boyunca hizmetinde
kusur etmediği pîri İshâk Cemâleddîn Halvetî’nin Sütlüce’deki dergâhına
defnedilmiştir. Bugün mevcut olmayan mezartaşı kitâbesini bizzat kendisinin
kaleme aldığı, tarihini ise oğlu Hasan Çelebi’nin attığı mervîdir. Vefâtına
Hüdâî Mustafa Efendi “göçdü hayfâ Karahisârî-i pîr” tarihini düşmüştür.
Dünyanın ve Türkiye’nin önde gelen müze ve
koleksiyonlarını süsleyen çok sayıda mushâf, en‘am ve murakka‘ı bulunan Ahmed
Karahisârî’nin, Süleymâniye Cami’nin ilk kubbe yazısı ile Uşşâkî Tekkesi
Çeşmesi üzerindeki kelime-i tevhîd kitâbesini yazmış olduğu
nakledilmektedir. Süleymâniye Cami’nin tezyîn işlerinin yapıldığı sırada
ömrünün son günlerini yaşamakta olan üstâdın bu yazıları yazmış olması pek
muhtemel
görünmemektedir. İhtimâldir ki bu yazı manevî
evlâdı Hasan Çelebi tarafından,
nâmını tebcîl için hocasının eski bir kalıbından iktibâs edilmiştir. Öte
yandan, 19. yüzyılda Abdülfettâh Efendi tarafından
yenilenmiş olan bu yazı, ne yazıkki Karahisârî Üslûbu’nun hususiyetini
yitirmiştir. 1562 tarihli olan Uşşâkî Çeşmesi’nin üzerindeki kitâbenin ise,
onun yazısından kopya edildiği anlaşılmaktadır.
Kaynakça
Sicill-i Osmanî, III, s. 162; MeşhurHattatlar,
ss. 107-112; Menâkıb, s. 25; Gülzâr-ı Savâb, ss. 59-60; Devhâtü’l-küttâb,
ss. 9-10; Tuhfe-i Hattâtîn, s. 94; Hat ü Hattâtân, ss. 84-85; FâtihDevri,
s. 24; Süheyl Ünver, Hat Sanatı Tarihi, ss. 53-59; ÜnlüTürkHattatları,
ss. 49-64; MeşhurAdamlar, s. 133; OsmanlılarAnsiklopedisi, I, ss.
131-134.
OSMANLI TUĞRALARININ ANLAMI
Oğuzca Tuğrağ
olup, Anadolu lehçesinde (ğ) söylenişinde zorluk olduğu için direk “Tuğra”
olarak söylenerek yaygın hale gelmiştir. Padişahın basılmış şeklinde olan
imzasına denilmektedir. Farsça olarak nişan “işaret” anlamına, Arapçası tevki
yani “iz bırakma” anlamına gelmektedir. Büyük Selçuklular da ve Anadolu
Selçukluları’nda tuğraların varlığına rastlanmaktadır. Şekil şeklinde olanları
Osmanlı Devleti’nde ve Anadolu beyliklerinde görülmektedir.
Büyük Selçuklular’dan Eyyubilere ve oradan da
Memlüklüler’e geçen tuğrada hükümdara ve babasına ait isim aşırı derecede harf
uzantısı ile yer almaktadır. Anadolu beyliklerinde en eski tuğra Saruhan oğlu
İshak bey’e ait 1374 tarihli gümüş paralarında yer almaktadır.
Osmanlı tuğrası padişahın isminin ve lakabının
bulunduğu, yer aldığı imzaya denilmektedir. Aynı zamanda padişahın ve babasının
ismi yer almaktadır. İlk olarak Orhan Gazi tarafından kullanılmaya
başlanmıştır. Tuğrada sadece Orhan Bin Osman şeklinde ifade yer almaktadır. Bu
tuğra ilk olarak 1324 ve 1348 tarihinde kullanılmıştır. Osmanlı Devleti’nin
kurucusu olan Osman Bey’e ait tuğra olmadığından 36 padişah
arasından sadece 35 padişaha ait tuğra bulunmaktadır. Tuğralar arasında en
iyi şekilde tasarlanmış olanı II.Abdülhamid’e ait tuğra kabul edilmektedir.
Burada sizlere osmanlı tuğrasının özellikleri, manası, resmi, içinde
ne yazıyor, çizimi, resmi, sırrı, türkçe anlamı anlatılmıştır.
Osmanlı
tuğrasındaki sembollerin anlamları;
Sere
(Kürsü): Tuğranın
en altında bulunur, asıl anlamın bulunduğu bölüme verilen isimdir. Burada
padişahın ismi, babasının ismi, sahip oldukları ünvanlar, el-muzaffer daima
duası bulunur.
Beyzeler: Tuğranın sol tarafında yer alan ve
iç içe iki kavisli bölüm kısımından oluşan yerdir.
Tuğ’lar: Tuğranın üstünde yer alan “elif”
harfi şeklindeki yukarı doğru uzanan uzantılara denilmektedir.
Zülfe: Tuğların yanında yer alan flama
şeklinde kavislere denilmektedir.
Kollar(Hançere): Beyzeleri takip eden şeklinde
paralel uzantılara denilir. Padişahların sağ üst köşelerinde “mahlas” şeklinde
sıfatı da yer almaktadır.
Osmanlı Tuğrası’nın Kullanıldığı Yerler
Tuğranın büyüklüğü yazılan yazının ve belgenin
içeriğine göre değişkenlik göstermektedir. Büyüklüğe bağlı bir uyum içerisinde
yer alırdı. Tuğralar her zaman belge ve evrakların başında yer almaktadır.
Hiçbir tuğra sonda yer almaz. Tuğraların sağ taraflarına çiçek deseni ve mahlas
yazma sonraları ortaya çıkan bir durumdur.
Hiçbir Osmanlı tuğrası birbirine benzemez. İlk
tuğra olan Orhan Gazi’ye ait olan olan tuğra diğer tüm
tuğralara örnek olarak esinlenilmiştir. Zamanla arma şeklini alan tuğralar
artık para, pul, evrak, senet, çeşme, cami, resmi daire, donanma, saray gibi
birçok yerde yerini alarak kullanılmaya başlanarak devam etmiştir.
Tuğralar beylikler aracılığıyla Osmanlı
Devleti’ne geçmesinden yıkılmasına kadar çeşitli yerlerde kullanılarak hat
sanatında sanatsal bir kol haline gelerek, bugün birçok sanatsal faaliyetlerde
yer alarak devam etmektedir. Hattatlar en güzel Osmanlı tuğrasını çıkarmak için
kıyasıya uğraşmışlar ve içinde Kuran’ı Kerim’den ayetler, dualar, hadisler
geçen tuğralar ortaya çıkmıştır.
Hat sanatının bir parçası olarak yıllardır bu sanatla
birlikte günümüze kadar çizilerek gelmiştir. Osmanlı Hükümdar’ının yanı sıra
şehzade, vezir-i azam, vezir, beylerbeyi, sancakbeylerinin devlet işlerinde
kullanması için tuğra yerinde geçen pençe diye adlandırılan imza yerine geçen
alametler kullandıkları görülmektedir. Pençe dediğimiz imzalar ile tuğra
arasında ki en büyük fark tek ve çift kavisdir. Pençlerde tek, tuğralarda ise
çift kavis yer almaktadır. Bugün birçok sanatsal
tablo çalışmalarında yerini almış olan tuğralar, en güzel şekli ile göz zevkine
hitap edecek şeklinde çizilmektedir.
Osmanlı tuğralarının diğer isimleri şu
şekildedir; “alamet-i şerife”, “misal-i hümayun”, “tuğray-ı meymun”, “mekan-ı
hakani”, “tuğray-ı garra”, “tevk-i ref-i hümayun”, “tevk-i hümayun”, “tevki-i
refi”, “nişan-ı şerif-i alişan-ı sultan-i”, “tuğray-ı garray-ı sami”, “nişan-ı
hümayun”, “misal-i meymun”, “nişan-ı şerif-i alişan-ı.”
KEHRİBAR (AMBER) NEDİR?
Çağlar öncesinde çam ağaçlarından sızmış reçinelerin
taşıllaşmasıyla oluşmuş, süs eşyası yapımında kullanılan, açık sarıdan kızıla
değin türlü renklerde olabilen, kolay kırılabilen, bir yere hızlıca sürtülüp
hafif cisimlere yaklaştırıldığında onları kendine çeken, yarı saydam bir
maddedir.
Kehribar taşı, etkileri nedeniyle şifalı taş
sayılmaktadır. Bu taş, takı aksesuarı olarak çok sık bir şekilde
kullanılmaktadır. Bunu örneklendirecek olursak, kehribar taşından yapılmış olan
gerdanlık takısı, troid bezi ve de boğaz enfeksiyonlarının oluşumunu engeller.
Astım ve bronşit gibi solunumla ilgili hastalıkların oluşmaması ve iyileşmesi,
kehribar taşının insan sağlığına olan etkileri arasında yer almaktadır.
Çoğu insan alerji sıkıntısı yaşamaktadır. Bu olumsuz
etkiler doğurabilen alerji sorunu, kehribarın iyileştirici gücü sayesinde
önlenmektedir. Ağrılar için de, kehribar taşı büyük bir önem taşımaktadır.
Yapılan gözlemler sonucunda özellikle de romatizmal ağrıları olan kişiler için
kehribar taşı oldukça önemlidir. Bu taşın ağrıları giderme gücünden faydalanmak
için, taşı ağrı bulunan yere sürmek yeterlidir. Böylece taşın sürüldüğü
bölgedeki ağrıda azalma meydana gelir. Kehribar taşının sindirim sistemine de
oldukça fazla olumlu katkıları bulunmaktadır. Kehribarın, bağırsakların düzenli
ve sağlıklı çalışmasını sağlaması da en büyük özelliklerinden biridir.