Yüzüğün her iki yanında Edeb Ya Hû yazmanktadır.
EDEB
YA-HU NE DEMEK?
Güzel ahlak, saygı, terbiye, hayâ, nezaket ya da daha
geniş tarifiyle ruhun dine riayet eder yönde olması anlamlarına gelen Edeb,
İslam’ın ve İslam Peygamberinin gönderilme gayesini teşkil eder. Resulullah
(SAV) bir hadisinde “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”
buyurmaktadır.
Bir hadislerinde “Beni Rabbim edeblendirdi, ne güzel terbiye etti” buyuran
Peygamber Efendimiz (SAV), müeddibinin Allah (CC) olması sebebiyle edebin zirve
noktasındadır. Bu durum Yüce Allah (CC) tarafından Kur’an-ı Kerim’de de
“Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı
uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır. (Ahzab–21)”
şeklinde ifade edilmektedir. Hz. Aişe (RA) validemize “Resulullah (SAV)’in ahlakı
nasıldı” diye sorulduğunda “Siz Kur’an okumuyor musunuz, O’nun ahlakı
Kur’an’dı” buyurmuşlardır.
Yüce İslam’ın ilk emri ilim öğrenmek olmasına rağmen, gönderilmesindeki gayenin
“Ahlakı tamamlamak” olması, edebi ilimden önce gerekli kılar. Bu husus Yunus Emre’nin,
“İlim meclislerinde aradım, kıldım talep,
İlim geride kaldı, illa edeb, illa edeb.”
dizelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Yani edeb, ilimden de önce, manevi
olgunluğun ilk şartını oluşturmaktadır. Yirmi sene boyunca İmam Malik
Hazretleri’nin yanında bulunan Abdurrahman bin Kasım’ın, “Bu sürenin 18
senesini edeb, iki senesini de ilim öğrenmekle geçirdim; keşke hepsini Edeb
öğrenmekle geçirseydim” sözleri çok düşündürücüdür. Anonim bir beyitte ise,
“Edeb; ehl-i ilimden hâli olmaz,
Edebsiz ilim okuyan, âlim olmaz.”
buyrulmakla, ilim inşası için edeb zeminine ihtiyaç bulunduğu anlaşılır.
Hadis-i Şerif’te “Hiç bir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir hediye
vermiş olamaz” buyrulması ve yine başka bir hadiste “Utanmadıktan sonra
dilediğini yap” buyruluyor olması maddi-manevi tüm değerler içerisinde en
değerli olan ve her şeyden önce gelenin, ahlak yani edeb olduğunu gösterir.
Edeb adeta ruhun örtüsü gibidir. Bir anonim beyitte,
“Edebtir kişinin daim libası,
Edebsiz insan üryana benzer”
buyrulurken bir başka beyitte ise,
“Edeb bir tâc imiş nûr-î Hûda’ dan,
Giy ol tâcı, emin ol her belâdan”
denilmekle edebin manevi koruyuculuk yönüne işaret edilmektedir.
Edebin temel kaynağı olan Allah (CC) kelâmı Kur’an-ı Kerim, beyan ettiği
esasların yanı sıra, “Düşünmez misiniz, akletmez misiniz, anlamaz mısınız?”
gibi ifadelerle de onu okuyanı tefekkür âlemine sevk etmektedir. Çünkü tefekkür
âlemi, edebin inceliklerini kazandırmasının yanı sıra, insanın diğer
canlılardan üstün olan düşünebilme melekesini de ortaya koyar. Hadis-i
Şerif’te, manevi âlemle ilgili bir saat düşünmenin 70 yıl nafile ibadetten
hayırlı olduğunun bildiriliyor olması, düşünmenin ne kadar kıymetli olduğunu
gösterir. Düşünmenin kıymetli olması, düşünenin de kıymetli olmasını sağlar. Bu
itibarla tefekkür âleminde önemli derecelere ulaşmış olan Hz. Mevlâna gibi
mânevi fikir adamlarına da “Düşünür” ünvanı verilmiş ve bu değerli şahsiyetler
toplumların manevi önderleri olarak kabul ve değer görmüşlerdir.
Bilhassa geçmişteki insanlar, ince düşünceleri sonucunda çok edebli söz ve
davranışlar ortaya koyabilmişlerdir. Küfürlü ifadeler yerine dua ya da teselli
içeren ifadeler kullanmak, kapıdan çıkarken arkasını dönmeyip geri geri çıkmak,
gezerken yere yumuşak basıp ses çıkarmamaya çalışmak, söz kesmemek, sofrada
önünden yemek, fısıltıyla ya da gizli konuşmalar yapmamak, büyük gelince ayağa
kalkmak, misafire büyük hürmet göstermek, yiyeceğin kalitelisini ikram edip
geri kalanla yetinmek, kimsenin karşısında yüz asmamak, kaba konuşmamak, yaradılanı
yaradandan ötürü hoş görmek, kimseyi küçümsememek, kalp kırmamak, kapıdan yolcu
edilen uzaklaşmadan kapıyı kapatmamak, kapı ve pencereleri çarpmadan yavaş ve
saygılı bir şekilde kapatmak, çıkarılan elbise ve ayakkabıları düzenli
bırakmak, konuşulan şahsın yüzüne bakmak, şahsî üzüntü ve sıkıntıları
başkalarına yansıtmamak, başkalarının sahip olamadığı iyi durum ve nesnelerden
onların yanında bahsetmemek, bir camia içerisinde daha huzurlu mekânları diğer
kişilere tahsis etmek, hayvanlara şefkat ve merhamet ile davranmak, her türlü
nesne ve gereçlere nazik davranmak, bitki ve çiçeklere canlılarmış gibi sevgi
ve özenle davranmak, insanları üzecek şakalardan kaçınmak, yan yana
geçilemeyecek yerlerde geçiş önceliğini yanındakine bırakmak, şahsen sahip
olunan her türlü iyi imkân ve şartları en az bu ölçüde olmak üzere misafirlere
de sağlamak gibi davranışlar bunlardan yalnızca bazılarıdır.
Ancak tüm bu ve benzeri edebli davranışlardan da önde ve üstte olan bir düşünce
ve davranış vardır ki bu davranış edebin zirvesini teşkil eder. İşte bu düşünce
ve davranış, Yüceler Yücesi, Sultanlar Sultanı, kâinatın tek sahibi ve hâkimi,
ezelden ebede bâki kalacak tek varlık, hiçbir şeye benzemeyen ve muhtaç
olmayan, her şeyi görüp duyan ve bilen, her şeye gücü yeten ve her an bir
şeyler yaratmaya devam eden Yüce Allah’ın, her ama her an huzurunda
bulunulmakta olduğunun bilincinde olarak tüm söz, düşünce ve davranışları buna
göre gerçekleştirmektir. Diğer bir deyişle Yüce Allah (CC)’ı görürcesine ve
mümkün olduğunca O’na layık hareket etmek, O’nun görmekte ve izlemekte olduğunu
hiçbir zaman unutmamaktır. Edebin bu zirve noktası, “Allah(CC)’ın huzurunda
edeb gerekir” anlamında “Edeb Yâ Hû” tabiriyle günümüze kadar ifade edile
gelmiştir. Allah (CC)’ın mevcut durumu görmekte olduğu hatırlatılarak
insanların edebe yönelmesini sağlamak maksadıyla “Edeb Yâ Hû” ifadesi çoğu
yerde yazılı olarak da bulundurulmaktadır.
Büyük düşünür Hz. Mevlana, “Güzellik Mevlâ’nın lûtfudur, nurunun yansımasıdır;
edeb ise kişinin gönül aynasıdır” der. Bu tarif gösterir ki, bir kişinin
edebinin seviyesi, Yüce Allah (CC)’ın o kişi üzerindeki tecelliyatının
derecesini gösterir. Resûlullah (SAV)’den sonra Evliyaullah’da görülen yüksek
tecelliyat dereceleri, bu velilerden bir kısmını, Hallac-ı Mansur’da olduğu
gibi “En-el Hakk (Ben Allah’ım)” diyebilecek derecede manevi sarhoşluğa
sürükleyebilmiştir.
Gönül aynalarımızın daima parlak olması ve Yüce Kur’an’ın doğrultusunda,
Resûlullah (SAV)’in edebiyle edeblenebilmemiz temennisiyle…
Yüzüğün Tepesinde Tasavvuf'un ve insanlığın en büyük
erdemi olan kendini bilmeyi ve edebli bir hayatı hatırlatmak için EDEB yâ HÛ
nakşedilmiş.
ZÜLFİKAR
KILIÇ
Kelime anlamı olarak, "sahip"
anlamındaki "zûl" ile "omurga, boğum" anlamına gelen
"fekār" kelimelerinden oluşan zülfekār,
Türkçeye zülfikar şeklinde geçmiştir. Hazreti Ali’nin kullandığı
çatal ağızlı kılıcın adıdır. Hazreti Aliyle özdeşleşmiş olduğundan Hazreti
Aliye muhabbet ve hürmeti ifade anlamında takılardada kullanılıyor.
SEDEF
TAŞI
Sedef, istiridye ve midye gibi deniz canlılarının
kabuğunda bulunan sert bir bir maddedir. Estetik ve şık görünümü sebebiyle genelde
takı ve süs eşyalarında kullanılmaktadır.
Parıltılı bir taş olan sedef organik kökenlidir. Deniz
ve okyanus bulunan tüm ülkelerde çıkartılmaktadır. Kimi zaman fosil kalıntısı
şeklinde karada da bulunabilmektedir bu nedenle hem kara hem denizde bulunan
ender taşlardandır.
İçerisinde bir çok organik madde barındırmaktadır.
Taşın bazı kısımları parlak beyazken bir kısmı açık beyaz renktedir.
Sedef taşının faydalarını ise şu şekilde
sıralayabiliriz;
* Sedef taşı, cesaret, güç bereket taşı olarak bilinmektedir.
* Topladığı toprak enerjisini bedene vererek , vücutta
dinçlik oluşturur.
* Kan yapımına yardımcı olur kansızlığa iyi gelir.
* Vücuttaki toksinleri temizleyen bir taştır.
* Sedef taşı dalak, böbrek, mide, bağırsak, karaciğer
hastalıklarına karşı şifalı bir taştır.
* Pozitif bir düşünceye sahip olmamızı ve daha iyi
analiz etmenizi sağlar .
* Baş dönmesi gibi rahatsızlıklara da iyi geldiği
söylenmektedir.