KEHRİBAR
veya AMBER
Çağlar öncesinde çam ağaçlarından sızmış reçinelerin
taşıllaşmasıyla oluşmuş, süs eşyası yapımında kullanılan, açık sarıdan kızıla
değin türlü renklerde olabilen, kolay kırılabilen, bir yere hızlıca sürtülüp
hafif cisimlere yaklaştırıldığında onları kendine çeken, yarı saydam bir
maddedir.
Kehribar taşı, etkileri nedeniyle şifalı taş
sayılmaktadır. Bu taş, takı aksesuarı olarak çok sık bir şekilde
kullanılmaktadır. Bunu örneklendirecek olursak, kehribar taşından yapılmış olan
gerdanlık takısı, troid bezi ve de boğaz enfeksiyonlarının oluşumunu engeller.
Astım ve bronşit gibi solunumla ilgili hastalıkların oluşmaması ve iyileşmesi,
kehribar taşının insan sağlığına olan etkileri arasında yer almaktadır.
Çoğu insan alerji sıkıntısı yaşamaktadır. Bu olumsuz
etkiler doğurabilen alerji sorunu, kehribarın iyileştirici gücü sayesinde
önlenmektedir. Ağrılar için de, kehribar taşı büyük bir önem taşımaktadır.
Yapılan gözlemler sonucunda özellikle de romatizmal ağrıları olan kişiler için
kehribar taşı oldukça önemlidir.
Bu taşın ağrıları giderme gücünden faydalanmak için,
taşı ağrı bulunan yere sürmek yeterlidir. Böylece taşın sürüldüğü bölgedeki
ağrıda azalma meydana gelir. Kehribar taşının sindirim sistemine de oldukça
fazla olumlu katkıları bulunmaktadır. Kehribarın, bağırsakların düzenli ve
sağlıklı çalışmasını sağlaması da en büyük özelliklerinden biridir.
GÖK TÜRK ELFABESİ
38 harflidir. 4 ünlü ve 34 ünsüz
harften oluşur. Sağdan sola doğru yazılır.
Göktürkler
çağında yaygınlaşan bu ilk Türk alfabesi, yazıtlar dışında yazma eserlerde de
kullanılmıştır. Doğu Türkistan Yazmaları diye adlandırılan eserler bunu
kanıtlamaktadır. Bu alfabenin Göktürkler`den sonra gelen Uygurlar döneminde de
bir süre kullanıldığı görülmektedir. 759-760 yıllarında dikilen Şine-Usu yazıtı
ile son yıllarda bulunan Taryat Yazıtı bunu göstermektedir. Bunun dışında
Göktürk alfabesi, bazı değişikliklerle Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler ve
Sekeller tarafından da kullanılmış ve böylece Orta Asya’dan Avrupa içlerine
kadar yayılmıştır.
Türklerin siyasal varlık olarak
tarih sahnesine çıkmaları, Milattan önceki yüzyıllara, Hiungnu`lar dönemine
kadar geriye gitmektedir. Hunlar döneminde yazının kullanıldığına ilişkin bazı
kayıtlar olmakla birlikte, bu yazının niteliği hakkında açık bilgilere sahip
değiliz. Bu yüzden Türklerin kullandıkları kesin olarak bilinen ilk alfabe
Göktürkler döneminde yaygınlık kazanan Göktürk alfabesidir. Son yıllarda
Issık-Göl yakınındaki bir kurganda bulunan iki satırdan oluşan yazı, Göktürk
alfabesi karaterinde olup, M.Ö. V.-IV. yüzyıllara tarihlenmektedir. Bu yüzden
de Göktürklere bağlanan ilk Türk yazısının Göktürk Kağanlığı`nın kuruluşundan
yüzyıllarca önce bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir.
İlk Türk alfabesinden günümüze kalan en büyük kalınıtılar Göktürkler döneminde dikilen yazıtlarda
karşımıza çıkmaktadır. Çözülüp değerlendirilmeleri ancak XIX. yüzyıl sonunda
mümkün olmuştur. Bunlardan ilk bulunanları Yenisey Irmağı boyundaki yazıtlar
olmuştu. 1889’da da Orhon yazıtları diye anılan iki büyük yazıt daha ortaya
çıkarılmıştı. Öteki yazıtlardan farklı olarak bunların arka yüzlerinde Çince
metinler de vardı. Yani Ankara’daki Augustus Tapınağı’nda olduğu gibi iki ayrı
dilde yazılmışlardı. Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen, 1893’te bu yazıtları
çözmüş, böylece bunların Kültigin ve Bilge Kağan tarafından diktirildikleri,
yazının Türklere özgü bir alfabe, dilin de eski Türkçe olduğu meydana
çıkarılmıştı.
Anıtların öneminden ötürü Orhon
alfabesi diye de anılan Göktürk alfabesinin kökenine gelince, bu konuda çok
farklı görüş ve iddialar bulunmaktadır. Bu alfabede kullanılan işaretler, Runik
diye adlandırılan eski Iskandinav yazısındaki işaretlere benzediğı için Runik karakterli
sayılmış ve o alfabeyle ilişkilli olabileceği öne sürülmüştür.Yazıyı çözen
Thomsen, bu Türk alfabesinin Arani alfabesinden türemiş olabilece görüşünü
savunmuştu. Buna karsın Aristov gibi Rus bilginleri, bu yazıdaki işaretlerin
eski Türk damgalarından alınmış olabileceğine dikkatleri çekmiştir. A. Cevat
Emre ise, Göktürk yazısının Sümer yazısı ile aynı kökten gediğini varsaymıştır.
Bütün bu değişik, hatta çelişik savlar arasinda söylenebilecek şey, bilim
çevrelerinde en çok Thomsen’ın görüşünün tutunduğudur.