Ayasofya Camii Şerifi

Ayasofya Camii Şerifi Osmanlı Bizans

Ayasofya Camii Şerifi

 

Müellif: SEMAVİ EYİCE

 

Fetihten sonra şehrin en büyük mâbedi olan Hagia Sophia Kilisesi Fâtih Sultan Mehmed tarafından Ayasofya adıyla fethin sembolü olarak camiye çevrilmiş ve ilk cuma namazı da burada kılınmıştı. Bu sebeple daha sonra fethedilen diğer şehirlerdeki kiliseler camiye çevrildiklerinde en büyüğünün Ayasofya adıyla anılması âdeta bir gelenek haline gelmiştir. Bunlardan bazıları daha kilise halindeyken bu adla anıldıkları halde, bir kısmı da halk tarafından fethe işaret olarak sonradan yakıştırılmış, böylece hepsi Ayasofya Camii olarak anılmıştır. Bazan da İlkçağ’dan kalma bir harabe veya ören yerine Ayasofya denilmiştir. Nitekim Güney Anadolu’da Alanya ile Gündoğmuş ilçesi arasındaki Susuz dağının batı tarafında, denizden 1500 metre yüksekte rastlanan ve İlkçağ’dan kalmış yapı harabeleri bulunan eski bir yerleşme yeri halk tarafından Ayasofya olarak adlandırılmış ve Ayasofi imlâsı ile haritalara geçmiştir.

 

Ayrıca bazı camiler aslında başka adlarla anılmaktayken sonraları halk tarafından bunlara Ayasofya denilmiş, bazıları ise camiye çevrilmeden önce Hagia Sophia veya Sveti Sofia adını taşıdıkları için Ayasofya ismiyle tanınmışlar, yayınlara da bu şekilde geçmişlerdir. Ancak Konya’da temelden itibaren tam bir Türk yapısı olan 824 (1421) tarihli Hacı Hasbeyoğlu Mehmed tarafından yaptırılan Dârülhuffâz’a da anlaşılmaz bir sebeple Ayasofya Mescidi denilmiştir.

 

Ayasofya adıyla anılan camiler arasında, 1453’ten 1934’e kadar şehrin ulucami niteliğindeki başcamisi olan İstanbul’daki Ayasofya Camii ve etrafında teşekkül etmiş külliye en tanınmış ve önemli eserdir.

 

 

Ayasofya, Hıristiyanlık inancındaki ekānîm-i selâsenin ikinci unsuru oğulun bir vasfı olarak, mistik bir mefhum olan sofia (ilâhî hikmet) adına kurulmuştur. Yanındaki patrikhâne kilisesi Hagia Eirene (Aya İrini) ile birlikte ikisine Megale Ekklesia (Büyük Kilise) deniliyordu.

 

Ayasofya’nın ilk binası IV. yüzyılda İstanbulu’nun merkezî yerinde, birinci tepe üzerinde ahşap çatılı bir bazilika biçiminde yapılmıştır. Genellikle bu ilk yapının I. (Büyük) Konstantinos’un (324-337) eseri olduğuna inanılırsa da yapı ancak oğlu II. Konstantios (337-361) zamanında bitirilmiş ve 15 Şubat 360’ta açılmıştır. Fakat 20 Haziran 404’te patrik Ioannes Khyrosostomos’un sürgün edilmesi üzerine meydana gelen bir ayaklanmada çıkan yangında kilise harap olmuş, II. Theodosius (408-450) binayı beş nefli (sahn) olarak yeniden yaptırıp 10 Ekim 415’te tekrar açmıştır. Bu ikinci kilise de I. Iustinianos (527-565) ve karısı aleyhine 532 yılında 13-14 Ocak gecesi çıkan Nika ayaklanmasında sarayın bir kısmı ve başka umumi binalarla birlikte yandıktan sonra imparator onu evvelki binalardan daha büyük, değişik ve muhteşem bir şekilde yaptırmayı tercih etmiştir. Batı Anadolulu iki mimar Trallesli (Aydın) Anthemios ile Miletoslu (Milet-Balat) Isidoros’a havale edilen inşaat 537 yılına kadar sürmüştür. Iustinianos geniş imparatorluğunun her tarafından malzeme istetmiş, bunun için daha eski yapıların işlenmiş malzemesi de toplanmıştır. Böylece Mısır’da Heliopolis’ten sekiz büyük kırmızı porfir sütun, Batı Anadolu’da Efesos’ta (Ayasuluk-Selçuk) Artemis Mâbedi’nden, Kyzikos (Kapudağ yarımadası) ve Suriye’de Ba‘lebek’ten sütunlar getirildiği gibi başka yerlerden de değişik cins ve renklerdeki mermerler alınmıştır. Iustinianos inşaatla bizzat ilgilenerek yapıda çalışan 10.000 işçiyi gayretlendirmiş, Ayasofya altı yıl içinde tamamlanarak 27 Aralık 537 günü büyük bir törenle açılmıştır. Iustinianos’un yapılarını anlatan Prokopios eserinde bu kiliseye geniş yer vermektedir.

 

Ayasofya mimarisinin esası, hıristiyan dinî yapılarının hâkim planı olan bazilika biçimine göre yapılmış olmakla beraber, iki mimar bu yapının orta mekânının üstünü pandantiflerle esas kabuğu, şişmiş bir yelken gibi bütün teşkil eden, çapı yaklaşık 31-33 metreyi bulan basık büyük bir kubbe ile örtme yoluna gitmişlerdir. Bu büyük kütle baskısını karşılamak üzere batı-doğu ekseni üzerinde kademeler halinde inen ve ufalan yarım kubbeler yapılmış, yanlarda ise baskı, galerilerde yan duvarlardaki pâyeler ve kemerlerle tonozlar yardımıyla karşılanmıştı. Bu çapta ve tertipte bir yapıyı bu derecede büyük bir kubbe ile örtmek aslında büyük bir cesaret idi. Ancak yapının statik bakımından bu ağırlığı çok güç karşıladığı da bir gerçektir. Gerek Bizans gerekse Türk devrinde duvarlara dışarıdan eklenen büyük destek payandaları yardımıyla Ayasofya bugüne kadar ayakta tutulabilmiştir. Nitekim 557 yılındaki depremin de tesiriyle 7 Mayıs 558’de kubbenin doğu tarafının çökmesi üzerine, önceki mimarlardan Isidoros’un yeğeni genç Isidoros tarafından kubbe evvelkinden yirmi kadem (6,25 metre) kadar yükseltilip geçişi pandantiflerle temin edilerek yeniden yapılan kilise, bu defa 24 Aralık 562’de ibadete açılmıştır.

 

 

Bu vesileyle saray yüksek memurlarından Silentarios Pavlos’un yazdığı uzun manzum methiyede yapının mimarisi, iç süslemesi ile eşyası çok ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmiştir. 869 depreminde kubbede beliren çatlaklar ertesi yıl İmparator I. Basileios tarafından tamir ettirilmiş, fakat II. Basileios zamanında 26 Ekim 986’da vuku bulan depremde yine kubbenin bir kısmı çöktüğünden derhal gerekli tedbirler alınmış ve Ermeni mimar Tiridat’ın eliyle altı yıl süren tamirden sonra kilise 13 Mayıs 994’te tekrar açılmıştır. 1204’te IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul’u işgal eden Latinler tarafından büyük ölçüde tahrip edilen Ayasofya, İstanbul tekrar Bizans idaresine geçtikten sonra ufak bir tamir görmüştür. II. Andronikos zamanında 1317’de daha kapsamlı bir tamirat yapılmış, duvarlar dışarıdan takviye payandalarıyla desteklenmiştir. Ancak büyük ve yaşlı binada bu tamirler yetersiz kalmış ve 19 Mayıs 1346’da sebepsiz olarak doğudaki başkemerle kubbenin bir parçası çökmüştür. Bu sırada iyice fakirleşmiş olan Bizans, büyük zorluklarla ve halktan yardım toplamak suretiyle ancak 1354’te bu zararları giderebilmiştir.

 

1402’de İstanbul’a gelen İspanyol elçisi Ruy Gonzáles de Clavijo, Ayasofya’yı harap ve bakımsız bir halde görmüştür. Evliya Çelebi Seyahatnâme’sinin bir yazmasından öğrenilen, fakat başka kaynaklarda bulunmayan bilgiye göre, İstanbul’un fethinden birkaç yıl önce yine bir depremde zarar gören Ayasofya’nın kuzey tarafını tamir etmek üzere Ali Neccâr adındaki Türk mimarı Edirne’den İstanbul’a gönderilmiştir. Gerekli takviyeyi yapan mimar Edirne’ye dönüşünde müstakbel minarenin kaidesini de hazırladığını açıklamıştır.

 

İstanbul fethedilince şehrin büyük kilisesi durumundaki Ayasofya usulden olduğu üzere camiye çevrildi. Tursun Bey’in yazdığına göre kubbeye kadar çıkan Fâtih Sultan Mehmed, yapının ve çevresinin harap görüntüsü karşısında meşhur Farsça beyti söylemiştir. Fâtih Ayasofya’nın tahribini önlemiş, burada ilk namazı kıldıktan sonra camiyi kendi hayratının ilk eseri olarak vakfetmiş, yanına sonraları çok değişikliğe uğrayan bir de medrese yaptırmıştır. İlk minarenin batıda bulunan yarım kubbenin yanındaki iki baskı kuleciklerinden güneydekinin üstünde ahşap olarak inşa edildiği anlaşılmaktadır. Bu minare uzun müddet durmuş, ancak 1574 tamirinde kaldırılmıştır. Caminin güneybatı köşesindeki tuğla minarenin Fâtih devrine ait olduğu söylenirse de bunun II. Bayezid zamanında yapılan minare olması ihtimali daha kuvvetlidir. II. Bayezid dönemine ait olduğu iddia edilen güneydoğu köşedeki yivli minareyi ise Edirne’deki Selimiye Camii minarelerine çok yakın benzerliği dolayısıyla, Mimar Sinan’ın eseri olarak kabul etmek kanaatimizce yerinde olur. Kanûnî Süleyman devrinde Budin’in fethi üzerine oradaki başkiliseden alınan tunç şamdanlar, üzerine manzum birer kitâbe yazılarak 1526’da Ayasofya’da mihrabın iki yanına yerleştirilmiştir. II. Selim de Ayasofya’ya büyük ilgi göstermiş, Bizans devrinden beri narteks kısmında duvara yapıştırılmış olarak duran taşa işlenmiş levhalar halindeki uzun bir karar metnini de tercüme ettirmiştir. Bunlar daha sonra kaldırılarak Kanûnî Türbesi saçağında kullanılmıştır.

 

Yine II. Selim zamanında Ayasofya’nın etrafı onu saran ve yapıya zarar veren evlerden kurtarılmış, ayrıca Mimar Sinan tarafından takviye payandaları yapılarak yapının çökmesi önlenmiştir. Bu vesileyle bir de minare yapılmıştır ki bunun güneydoğu köşedeki minare olması kuvvetle muhtemeldir. Şehrin en büyük ibadet yeri olarak Ayasofya’nın etrafında sultan türbelerinin yapımına da yine bu sırada başlanmış, ilk türbe II. Selim için Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. III. Murad zamanında da kuzeydeki iki minare ile minber, kürsü ve mahfil ilâve edilmiş, Bergama’da bulunan İlkçağ’dan kalma yekpâre mermerden oyulmuş iki büyük küp getirtilerek caminin içine şadırvan yapılmıştır. Daha sonra yine Ayasofya’nın yanında Mimar Dâvud Ağa tarafından III. Murad için, XVII. yüzyıl başında da III. Mehmed için türbeler inşa edilmiş, ayrıca burada bir de şehzadeler türbesi yapılmış ve bir hazîre teşekkül etmiştir. Bu üç büyük türbe Osmanlı devri Türk mimarisinin yapı, çini süslemesi ve diğer teferruatı bakımından en güzel eserlerinden sayılır. Türk devrinde Ayasofya’nın süslenmesine devamlı surette gayret edildiğinden 1607’de çini olarak mihrap duvarına besmele-i şerif yazılmıştır. Tahttan indirildikten sonra on altı yıl sarayda kapalı yaşayan I. Mustafa 1639’da ölünce, Ayasofya’nın fetihten beri yağhâne olarak kullanılan vaftizhânesi acele türbe haline getirilerek cesedi buraya gömülmüştür. 1648’de Sultan İbrâhim öldürüldüğünde de yine aynı yere defnedilmiştir.

 

Ayasofya’nın etrafına Osmanlı devrinde yapılan ilâveler arasında, XVI veya XVII. yüzyıla ait, batı kapısı önündeki kazıda bulunan bir çeşme ile güney tarafında şimdiki girişin yanında bulunan sebil ve avlunun güneybatı dış köşesindeki Sultan İbrâhim’e izâfe edilen diğer mermer sebil de sayılabilir.

 

1651’de caminin içine Teknecizâde İbrâhim Efendi’nin hattı ile yazılmış büyük levhalar konulmuş ise de bunlar 1847-1849 tamirinde kaldırılarak yerlerine bugün görülen Kazasker Mustafa İzzet’in 7,5 metre çapındaki yuvarlak levhaları asılmıştır. 1728’de III. Ahmed tarafından Ayasofya’nın içinde yaptırılan tamirler sırasında yeni bir hünkâr mahfili inşa edilmiş ve ortaya büyük bir top kandil asılmıştır. Bu mahfil daha sonra 1847’de kaldırılmıştır. Bugün mihrabın solundaki dehliz duvarlarında bunun veya daha eski mahfilin hâtırası olan değerli çinilerle kaplı mahfil mihrabı görülmektedir. 1739’da I. Mahmud, iki payanda arasında ve caminin yan sahnında, Türk baroku üslûbunda muhteşem bir tunç parmaklıkla ayrılan, duvarları değişik devirlere ait çini kaplı ve dolapları renkli nakışlı güzel bir kütüphane yaptırarak bakımı için Cağaloğlu Hamamı’nı vakfetmiştir. 1740’ta ise avluda, başka bir benzeri olmayan hârikulâde zarif ve zengin bir şadırvanla bir sıbyan mektebi ve arka tarafta bir aşhane-imaret inşa ettirmiştir. Bunun dışarıya açılan geniş saçaklı kapısı Türk baroku üslûbunun en güzel örneklerinden sayılır. Bu arada, Ayasofya’nın kilise olarak en eski yapılardan kalan ve “skeuophylakion” denilen büyük yuvarlak binası da aşhane-imaretine erzak ambarı yapılmıştı. Bütün bu ek yapıların kitâbeleri, “hazinedar” veya “hattat” lakabı ile diğerlerinden ayırt edilen Dârüssaâde ağası Beşir Ağa (Moralı) tarafından yazılmıştır.

 

Ayasofya’nın mozaiklerinin bir kısmı Osmanlı döneminde önceleri görünür haldeyken bunların üzerleri peyderpey örtülmüş ve XVIII. yüzyıl ortalarından itibaren hepsi ortadan kaybolmuştur. 1809’da II. Mahmud tarafından yaptırılan büyük bir tamirden kırk yıl sonra Ayasofya’da yine ciddi bir tadilat ihtiyacı baş göstermiş, bunun üzerine Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendi’nin devlete kalan serveti, vasiyeti gereğince bu işe tahsis edilerek İsviçreli mimar Gaspare Trajano Fossati tarafından 1847-1849 yılları arasında Sultan Abdülmecid’in emriyle geniş ölçüde bir tamire girişilmiştir. Bu arada padişahın camiye gelişinde istirahat etmesi ve bazı kabuller yapması için yeni bir kasr-ı hümâyun ile tamamen Bizans üslûbu taklidi bir hünkâr mahfili ve avlu kapısı yanına muvakkithâne yapılmış, avluyu çeviren duvar da yenilenmiştir. Bu tamirat sırasında duvar ve tonozlarda mevcut olan mozaiklerin hepsinin üzerleri açılarak Fossati ile o sırada İstanbul’da bulunan Alman W. Salzenberg tarafından bunların resimleri çizilmiştir. 1894 depreminde Ayasofya da zarar görmüş, duvarlarında bazı çatlaklar belirmiş, büyük mozaik satıhları sıva ile birlikte dökülmüştür. Meşrutiyet yıllarında Marangoni, Jackson, Propper, Prost gibi Batılı mimarlara durumu incelettirilen ve hatta mimar Kemâleddin Bey nezaretinde tamir için hazırlıklara girişilen Ayasofya, Cumhuriyet’in ilk yıllarında (1926) ufak bir tamir ve takviye görmüştür.

 

Osmanlı hükümdarları Ayasofya’nın bakımına ve cami olarak zenginleşmesine itina gösterdikleri gibi halk da bu iş için vakıflar yapmıştır. Mihrabın sağındaki dehlizin içinde görülen XVII. yüzyıla ait Kâbe ve Medine tasvirli çiniler, bu tarzdaki halk vakıflarından kalmış hâtıralardır. Ayrıca içeride bazıları bizzat padişahlar (III. Ahmed, II. Mahmud) veya tanınmış hattatlar tarafından yazılmış levhalar da bulunuyordu. Ramazan aylarında bilhassa teravih namazında çok kalabalık bir cemaatin toplanmasına imkân veren Ayasofya padişahın da katıldığı Kadir geceleriyle bayram namazlarında muhteşem bir görünüş arzederdi. Bu da Türkler’in burayı ne derecede benimsemiş olduklarının delilidir.

 

Ayasofya Bizans devrinin halk inanış ve efsanelerinde büyük bir yer tuttuğu gibi Osmanlı devrinde de buraya dair pek azı Bizans’tan aktarılmış, büyük kısmı yeniden doğmuş birçok rivayet ve efsane anlatılagelmiştir. Ayasofya’nın Cumhuriyet döneminde camilikten çıkarılması ile birlikte bunlar zaman içerisinde unutulmuştur.

 

Öteden beri Batılı sanat tarihçilerince benimsenen, bütün Osmanlı devri Türk camilerinin Ayasofya’nın bir taklidi olduğu yolundaki kanaat ise acele verilmiş yanlış bir hükümdür. İstanbul’da Beyazıt Camii ile Süleymaniye’de Ayasofya mimarisini hatırlatan bir yapı düzeni olmakla beraber, bu benzerlik Ayasofya’dan oldukça farklı vasıtalar ve unsurlarla meydana getirilmiştir. Ayasofya’nın bazilika esasından gelen planında görülen sütun dizileri bunlarda yoktur. Ayasofya’da yanlardaki mekânların kapalılığına karşılık onların yan mekânları, ortayı tamamlayan ve ona açık yardımcılardır. Ayrıca göz önünde tutulması gereken bir husus, Ayasofya’nın Roma İmparatorluk mimarisi ile hıristiyan mistisizminin birleşmesiyle meydana gelmiş ve Bizans sanatının başlangıcında ortaya konulmuş bir eser olmasıdır.

 

Bu yüzden başka gelişmelerin bir halkası olmadan kalmış ve gerçek Bizans sanatı ondan sonra başka ölçüler ve planlar içinde gelişmiştir. Halbuki Osmanlı mimarisi, enine uzanan ve maksûre kısmı kubbe ile örtülü ulucami tipini hızla geliştirerek bu kubbeyi Edirne Üç Şerefeli Cami’de en had derecede bir mekân örtüsü olacak kadar büyütmüş ve sonra yanlardaki yardımcı mekânlara yeni biçimler vererek Ayasofya’yı aşmıştır. Önce üç yarım kubbeli (Üsküdar Mihrimah Camii), sonra dört yarım kubbeli merkezî mekânlı camilere (Şehzade, Sultan Ahmed ve Yeni Vâlide camileri) ulaşılmıştır. Edirne Selimiye Camii’nde ise ideal merkezî mekânlı cami planı ortaya çıkmış ve bütün bu gelişmeler birkaç yüzyıla sığan bir süre içinde yapılmıştır. Ayasofya’nın tam bir benzeri olan ve onun gerçek taklidi sayılabilecek tek eser Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’dir ki, bu yapı hayatının son yıllarında değişiklik ve yenilikleri kanıksamış bir usta olarak Mimar Sinan tarafından bir deneme düşüncesiyle meydana getirilmiş olmalıdır. Ayasofya, Osmanlı devri Türk mimarlarına, kendiliklerinden ulaşmış oldukları bir yapı tipinin ayakta duran bir tatbikat örneği teşkil etmiş ve öğretici bir model görevi yapmıştır.

 

Ayasofya 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile cami olmaktan çıkarılıp Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlandı. Bu arada sebepsiz olarak medrese yıktırıldığı gibi içeride bulunan ve camiye ait olan çeşitli eşya ile halılar ve levhalar da kaldırıldı. Bunlardan büyük levhalar daha sonra tekrar yerlerine asıldı. Beş yüzyıl Türk eseri olarak hizmet eden bu caminin eşyasının dağıtılmış olması gerçekten üzücüdür.

 

1931’de Amerikan Bizans Enstitüsü adına Ayasofya mozaiklerini meydana çıkarma izni alan Thomas Whittemore, Atatürk’ün isteği ve bakanlar kurulu kararı ile 1932’den itibaren işe başladı. 1936’da A. M. Schneider tarafından Ayasofya’nın batı tarafında bir kazı yapıldı. Ayrıca 1944-1950 yılları arasında Ayasofya Müzesi Müdürü Muzaffer Ramazanoğlu yapının içinde ve dışında bazı araştırmalar gerçekleştirdi. Amerikan Enstitüsü’nün inceleme ve mozaik temizleme çalışmaları ise 1970’e kadar sürdü. Bu çalışmaların sonucu olarak şimdiki güney tarafı girişi üstünde Meryem, Konstantin ve Iustinianos’u tasvir eden, XI. yüzyıla ait olduğu sanılan mozaik ile İmparator Kapısı üstündeki alınlıkta VI. Leon’u Îsâ önünde secde eder vaziyette tasvir eden mozaik bulundu, ayrıca apsis yarım kubbesinde büyük bir Meryem ile önündeki kemerin alt kısımlarında iki baş melekten biri (IX. yüzyıl) meydana çıkarıldı. Yukarı katta ise kuzey galerinin kuytu bir kemer aralığında İmparator Aleksandros’un portresi, kuzey kemeri içindeki kalkan duvarının alt kenarında üç aziz, güney galerinin ortalarında Îsâ, Meryem ve Ioannes üçlüsü (XII. yüzyıl), nihayet aynı galerinin dip duvarında İmparatoriçe Zoe ve IX. Konstantinos Monomakhos ile II. Ioannes Komnenos’un karısı ve oğlunun resimleri bulundu. Ayasofya’da varlığı bilinen, hatta elde resimleri olan diğer bazı mozaiklerin 1894 depreminde döküldükleri tahmin edilmektedir. Bazıları da belki sıva altında hâlâ durmaktadır.

 

Öte yandan esası Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmakla beraber sonraları birçok değişikliğe uğrayan ve 1936’da yıktırılan medresenin arsası 1985-1986 yıllarında temizlenerek temelleri meydana çıkarıldı. 2017 yılında medresenin aslına uygun şekilde yeniden inşa edilerek ihya edilmesi çalışmaları başlatıldı ve bu çalışmalar 2020 yılı itibariyle son aşamaya geldi.

 

Ayasofya müze haline geldikten sonra ilk defa 8 Ağustos 1980’de hünkâr mahfili kısmı ibadete açıldı. Bundan kısa bir süre sonra (14 Eylül 1980) restorasyon gerekçesiyle tekrar kapatılan hünkâr mahfili 10 Şubat 1991’de yeniden ibadete açıldı ve Ayasofya kısmen de olsa cami olarak hizmet vermeye başladı. 2000’li yıllarda Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesi için hukukî girişimler başlatıldı. 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle 2005 yılında Danıştay 10. Dairesi’nde açılan ve üç yıl süren dava 31 Mart 2008’de esas yönünden reddedildi ve yapılan temyiz başvurusu üzerine aynı karar Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından 10 Aralık 2012’de onandı. Söz konusu karara ilişkin olarak 2013 yılında yapılan karar düzeltme istemi de 6 Nisan 2015’de reddedildi. 2016 yılında Danıştay 10. Dairesi’nde yeniden açılan dava 2 Temmuz 2020’de sonuçlandı ve bu kez Danıştay tarihî bir karar (nr. 2020/2595) vererek 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti ve böylece Ayasofya’nın müzeden tekrar camiye çevrilmesinin yolunu açtı. Bunun hemen ardından 10 Temmuz 2020 tarihli Cumhurbaşkanı Kararı ile Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilerek ibadete açılması kararlaştırıldı. Böylece Ayasofya müzeye dönüştürülmesinden seksen altı yıl sonra, 24 Temmuz 2020 tarihinde kılınan cuma namazıyla ve Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi adıyla yeniden ibadete açılmış oldu.

 

 

BİBLİYOGRAFYA

 

Genel ve Mimari: G. Fossati, Aya Sophia of Constantinople as Recently Restored by Order of H. M. the Sultan Abdul-Medjid, London 1852.

W. Salzenberg, Alt-christliche Baudenkmale von Constantinopel vom V. bis XII. Jahrhundert, Berlin 1854.

W. R. Lethaby – H. Swainson, The Church of Sancta Sophia Constantinople: A Study of Byzantine Building, London 1894.

E. M. Antoniades, Ekphrasis tes Hagias Sophias, Atina 1907-1909, I-III.

C. Gurlitt, Die Baukunst Konstantinopels, Berlin 1907-12.

G. A. Andreades, “Die Sophienkathedrale von Konstantinopel”, Kunstwissenschaftliche Forschungen, Berlin 1933, I, 33-94.

Resimli Ayasofya Kılavuzu, İstanbul 1935.

A. M. Schneider, Die Hagia Sophia zu Konstantinopel, Berlin 1939.

E. H. Swift, Hagia Sophia, New York 1940.

P. M. Michelis, L’esthétique d’Hagia-Sophia, Faenza 1963.

P. Sanpaolesi, Santa Sofia a Constantinopoli [Forma et Colore], Firenze 1965.

F. Dirimtekin, Ayasofya Kılavuzu, İstanbul 1966.

R. L. Van Nice, Saint Sophia in Istanbul: an Architectural Survey, Washington, ts. [1967].

G. Bonfiglioli, Sainte Sofia di Constantinopoli L’architettura, Bologna 1974.

Bizans Devri: J. Ebersolt, Sainte Sophie de Constantinople, Paris 1910.

Johannes von Gaza, Paulus Silentiarius und Prokopios von Gaza, Kunstbeschreibungen Justinianischer Zeit (nşr. P. Friedländer), Leipzig 1912; Hildesheim-New York 1969.

W. R. Zaloziecky, Die Sophienkirche in Konstantinopel, Citta del Vaticano 1936.

A. M. Schneider, Die Grabung im Westhof der Sophienkirche zu Istanbul, Berlin 1941.

a.mlf., “Die Hagia Sophia in der politisch-religiösen Gedankenwelt der Byzantiner”, Das Werk des Künstlers, II, Stuttgart 1941, s. 4-15.

Muzaffer Ramazanoğlu, Sentiren ve Ayasofyalar Manzumesi, İstanbul 1946.

H. Jantzen, Die Hagia Sophia des Kaisers Justinian in Konstantinopel, Köln 1967.

D. Köhler – C. Mango, Hagia Sophia (trc. Ellyn Childs), London 1967.

O. H. Strub-Roessler, “Die Hagia Sophia”, BZ, XLII (1943-49), s. 158-177.

K. J. Conant, “The First Dome of St. Sophia and its Rebuilding”, Bulletin of the Byzantine Institut, I, Washington 1946, s. 71-78.

Mozaikler: Th. Whittemore, “The Mosaics of St. Sophia at Istanbul”, First Preliminary Report, Oxford 1933.

Second Preliminary Report, Oxford 1936.

Third Preliminary Report, Oxford 1942.

Fourth Preliminary Report, Oxford 1952.

C. Mango, Materials for the Study of St. Sophia at Istanbul, Washington 1962.

P. A. Underwood – E. J. W. Hawkins, “The Portrait of the Emperor Alexander”, Dumbarton Oaks Papers, XV, Washington 1961, s. 187-217.

Türk Devri: Ayasofya’nın Türk devrindeki tarihçesi ve Türkler’in ona verdikleri değer hakkında henüz iyi ve toplu bir araştırma yapılmamıştır. İstanbul ve Avrupa kütüphanelerindeki yazma Târîh-i Binâ-yı Aya Sofya başlıklı risâleler ise bu hususlarda bilgi vermemektedir. Ayrıca bk. Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, I, 3-7.

A. Sami Boyar, Ayasofya ve Tarihi, İstanbul 1943.

W. Emerson – R. Van Nice, “Sancta Sophia’s First Minaret Erected After the Conquest”, American Journal of Archaeology, XLVII (1943), s. 403 vd.

M. A. Charles, “Ayasofya ve Büyük Camiler/Hagia Sophia and the Great Imperial Mosques”, The Art Bulletin, XII, New York 1930, s. 312-344.

A. M. Schneider, “Sophienkirche und Sultansmoschee”, BZ, XLIV (1951), s. 509-516.

Semavi Eyice, “İstanbul Minareleri”, Türk San‘atı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul 1963, I, 36 vd., 51 vd.

Azâde Akar, “Ayasofya’da Bulunan Türk Eserleri ve Süslemelerine Dair Bir Araştırma”, VD, IX (1971), s. 279-290.

Erdem Yücel, “Ayasofya Onarımları ve Vakıf Arşivinde Bulunan Bazı Belgeler”, VD, X (1973), s. 219-220.

“10 Temmuz 2020 tarih ve 2729 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı”, Resmî Gazete, sy. 31181, 10 Temmuz 2020.

R. Ekrem Koçu, “Ayasofya”, İst.A, III, 1439-1475.

 

 

Etiketler: Ayasofya Camii Şerifi Osmanlı Bizans
Ağustos 10, 2021
Listeye dön
Kategoriler
cultureSettings.RegionId: 0 cultureSettings.LanguageCode: TR