< < Önceki Sayfaya Dön
Benzer Ürünler
Vatan Yazılı Zultanit Taşlı Edeb Ya Hu Gümüş Erkek Yüzük
Vatan Yazılı Zultanit Taşlı Edeb Ya Hu Gümüş Erkek Yüzük
Vatan Yazılı Zultanit Taşlı Edeb Ya Hu Gümüş Erkek Yüzük

Gümüş Erkek Yüzük Vatan Yazılı Zultanit Taşlı Edeb Ya Hu (H00392)

Marka : Vav Gumus
İndirim Oranı : %60 İndirim
Fiyat : ₺4.553,67(KDV Dahil)
İndirimli : ₺1.821,47(KDV Dahil)
₺172,10 'den başlayan taksitlerle
Yerli

Gümüş 925 Ayar
 Ağırlık 23,50 Gram

 

Yüzüğün Tepesinde Tasavvuf'un ve insanlığın en büyük erdemi olan kendini bilmeyi ve edebli bir hayatı hatırlatmak için EDEB yâ HÛ nakşedilmiş. İki kenarına GÖKTÜRK elfabesiyle Vatan kazınmış.

EDEB YA-HU NE DEMEK?

Güzel ahlak, saygı, terbiye, hayâ, nezaket ya da daha geniş tarifiyle ruhun dine riayet eder yönde olması anlamlarına gelen Edeb, İslam’ın ve İslam Peygamberinin gönderilme gayesini teşkil eder. Resulullah (SAV) bir hadisinde “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmaktadır.

Bir hadislerinde “Beni Rabbim edeblendirdi, ne güzel terbiye etti” buyuran Peygamber Efendimiz (SAV), müeddibinin Allah (CC) olması sebebiyle edebin zirve noktasındadır. Bu durum Yüce Allah (CC) tarafından Kur’an-ı Kerim’de de “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır. (Ahzab–21)” şeklinde ifade edilmektedir. Hz. Aişe (RA) validemize “Resulullah (SAV)’in ahlakı nasıldı” diye sorulduğunda “Siz Kur’an okumuyor musunuz, O’nun ahlakı Kur’an’dı” buyurmuşlardır.

Yüce İslam’ın ilk emri ilim öğrenmek olmasına rağmen, gönderilmesindeki gayenin “Ahlakı tamamlamak” olması, edebi ilimden önce gerekli kılar. Bu husus Yunus Emre’nin,

“İlim meclislerinde aradım, kıldım talep,
İlim geride kaldı, illa edeb, illa edeb.”

dizelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Yani edeb, ilimden de önce, manevi olgunluğun ilk şartını oluşturmaktadır. Yirmi sene boyunca İmam Malik Hazretleri’nin yanında bulunan Abdurrahman bin Kasım’ın, “Bu sürenin 18 senesini edeb, iki senesini de ilim öğrenmekle geçirdim; keşke hepsini Edeb öğrenmekle geçirseydim” sözleri çok düşündürücüdür. Anonim bir beyitte ise,

“Edeb; ehl-i ilimden hâli olmaz,
Edebsiz ilim okuyan, âlim olmaz.”

buyrulmakla, ilim inşası için edeb zeminine ihtiyaç bulunduğu anlaşılır.

Hadis-i Şerif’te “Hiç bir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz” buyrulması ve yine başka bir hadiste “Utanmadıktan sonra dilediğini yap” buyruluyor olması maddi-manevi tüm değerler içerisinde en değerli olan ve her şeyden önce gelenin, ahlak yani edeb olduğunu gösterir.

Edeb adeta ruhun örtüsü gibidir. Bir anonim beyitte,

“Edebtir kişinin daim libası,
Edebsiz insan üryana benzer”

buyrulurken bir başka beyitte ise,

“Edeb bir tâc imiş nûr-î Hûda’ dan,
Giy ol tâcı, emin ol her belâdan”

denilmekle edebin manevi koruyuculuk yönüne işaret edilmektedir.

Edebin temel kaynağı olan Allah (CC) kelâmı Kur’an-ı Kerim, beyan ettiği esasların yanı sıra, “Düşünmez misiniz, akletmez misiniz, anlamaz mısınız?” gibi ifadelerle de onu okuyanı tefekkür âlemine sevk etmektedir. Çünkü tefekkür âlemi, edebin inceliklerini kazandırmasının yanı sıra, insanın diğer canlılardan üstün olan düşünebilme melekesini de ortaya koyar. Hadis-i Şerif’te, manevi âlemle ilgili bir saat düşünmenin 70 yıl nafile ibadetten hayırlı olduğunun bildiriliyor olması, düşünmenin ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Düşünmenin kıymetli olması, düşünenin de kıymetli olmasını sağlar. Bu itibarla tefekkür âleminde önemli derecelere ulaşmış olan Hz. Mevlâna gibi mânevi fikir adamlarına da “Düşünür” ünvanı verilmiş ve bu değerli şahsiyetler toplumların manevi önderleri olarak kabul ve değer görmüşlerdir.

Bilhassa geçmişteki insanlar, ince düşünceleri sonucunda çok edebli söz ve davranışlar ortaya koyabilmişlerdir. Küfürlü ifadeler yerine dua ya da teselli içeren ifadeler kullanmak, kapıdan çıkarken arkasını dönmeyip geri geri çıkmak, gezerken yere yumuşak basıp ses çıkarmamaya çalışmak, söz kesmemek, sofrada önünden yemek, fısıltıyla ya da gizli konuşmalar yapmamak, büyük gelince ayağa kalkmak, misafire büyük hürmet göstermek, yiyeceğin kalitelisini ikram edip geri kalanla yetinmek, kimsenin karşısında yüz asmamak, kaba konuşmamak, yaradılanı yaradandan ötürü hoş görmek, kimseyi küçümsememek, kalp kırmamak, kapıdan yolcu edilen uzaklaşmadan kapıyı kapatmamak, kapı ve pencereleri çarpmadan yavaş ve saygılı bir şekilde kapatmak, çıkarılan elbise ve ayakkabıları düzenli bırakmak, konuşulan şahsın yüzüne bakmak, şahsî üzüntü ve sıkıntıları başkalarına yansıtmamak, başkalarının sahip olamadığı iyi durum ve nesnelerden onların yanında bahsetmemek, bir camia içerisinde daha huzurlu mekânları diğer kişilere tahsis etmek, hayvanlara şefkat ve merhamet ile davranmak, her türlü nesne ve gereçlere nazik davranmak, bitki ve çiçeklere canlılarmış gibi sevgi ve özenle davranmak, insanları üzecek şakalardan kaçınmak, yan yana geçilemeyecek yerlerde geçiş önceliğini yanındakine bırakmak, şahsen sahip olunan her türlü iyi imkân ve şartları en az bu ölçüde olmak üzere misafirlere de sağlamak gibi davranışlar bunlardan yalnızca bazılarıdır.

Ancak tüm bu ve benzeri edebli davranışlardan da önde ve üstte olan bir düşünce ve davranış vardır ki bu davranış edebin zirvesini teşkil eder. İşte bu düşünce ve davranış, Yüceler Yücesi, Sultanlar Sultanı, kâinatın tek sahibi ve hâkimi, ezelden ebede bâki kalacak tek varlık, hiçbir şeye benzemeyen ve muhtaç olmayan, her şeyi görüp duyan ve bilen, her şeye gücü yeten ve her an bir şeyler yaratmaya devam eden Yüce Allah’ın, her ama her an huzurunda bulunulmakta olduğunun bilincinde olarak tüm söz, düşünce ve davranışları buna göre gerçekleştirmektir. Diğer bir deyişle Yüce Allah (CC)’ı görürcesine ve mümkün olduğunca O’na layık hareket etmek, O’nun görmekte ve izlemekte olduğunu hiçbir zaman unutmamaktır. Edebin bu zirve noktası, “Allah(CC)’ın huzurunda edeb gerekir” anlamında “Edeb Yâ Hû” tabiriyle günümüze kadar ifade edile gelmiştir. Allah (CC)’ın mevcut durumu görmekte olduğu hatırlatılarak insanların edebe yönelmesini sağlamak maksadıyla “Edeb Yâ Hû” ifadesi çoğu yerde yazılı olarak da bulundurulmaktadır.

Büyük düşünür Hz. Mevlana, “Güzellik Mevlâ’nın lûtfudur, nurunun yansımasıdır; edeb ise kişinin gönül aynasıdır” der. Bu tarif gösterir ki, bir kişinin edebinin seviyesi, Yüce Allah (CC)’ın o kişi üzerindeki tecelliyatının derecesini gösterir. Resûlullah (SAV)’den sonra Evliyaullah’da görülen yüksek tecelliyat dereceleri, bu velilerden bir kısmını, Hallac-ı Mansur’da olduğu gibi “En-el Hakk (Ben Allah’ım)” diyebilecek derecede manevi sarhoşluğa sürükleyebilmiştir.

Gönül aynalarımızın daima parlak olması ve Yüce Kur’an’ın doğrultusunda, Resûlullah (SAV)’in edebiyle edeblenebilmemiz temennisiyle… 

Yüzüğün Tepesinde Tasavvuf'un ve insanlığın en büyük erdemi olan kendini bilmeyi ve edebli bir hayatı hatırlatmak için EDEB yâ HÛ nakşedilmiş. 

 

GÖKTÜRK ELFABESİ

38 harflidir. 4 ünlü ve 34 ünsüz harften oluşur. Sağdan sola doğru yazılır.

Göktürkler çağında yaygınlaşan bu ilk Türk alfabesi, yazıtlar dışında yazma eserlerde de kullanılmıştır. Doğu Türkistan Yazmaları diye adlandırılan eserler bunu kanıtlamaktadır. Bu alfabenin Göktürkler`den sonra gelen Uygurlar döneminde de bir süre kullanıldığı görülmektedir. 759-760 yıllarında dikilen Şine-Usu yazıtı ile son yıllarda bulunan Taryat Yazıtı bunu göstermektedir. Bunun dışında Göktürk alfabesi, bazı değişikliklerle Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler ve Sekeller tarafından da kullanılmış ve böylece Orta Asya’dan Avrupa içlerine kadar yayılmıştır.

Türklerin siyasal varlık olarak tarih sahnesine çıkmaları, Milattan önceki yüzyıllara, Hiungnu`lar dönemine kadar geriye gitmektedir. Hunlar döneminde yazının kullanıldığına ilişkin bazı kayıtlar olmakla birlikte, bu yazının niteliği hakkında açık bilgilere sahip değiliz. Bu yüzden Türklerin kullandıkları kesin olarak bilinen ilk alfabe Göktürkler döneminde yaygınlık kazanan Göktürk alfabesidir. Son yıllarda Issık-Göl yakınındaki bir kurganda bulunan iki satırdan oluşan yazı, Göktürk alfabesi karaterinde olup, M.Ö. V.-IV. yüzyıllara tarihlenmektedir. Bu yüzden de Göktürklere bağlanan ilk Türk yazısının Göktürk Kağanlığı`nın kuruluşundan yüzyıllarca önce bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir.

İlk Türk alfabesinden günümüze kalan en büyük kalınıtılar Göktürkler döneminde dikilen yazıtlarda karşımıza çıkmaktadır. Çözülüp değerlendirilmeleri ancak XIX. yüzyıl sonunda mümkün olmuştur. Bunlardan ilk bulunanları Yenisey Irmağı boyundaki yazıtlar olmuştu. 1889’da da Orhon yazıtları diye anılan iki büyük yazıt daha ortaya çıkarılmıştı. Öteki yazıtlardan farklı olarak bunların arka yüzlerinde Çince metinler de vardı. Yani Ankara’daki Augustus Tapınağı’nda olduğu gibi iki ayrı dilde yazılmışlardı. Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen, 1893’te bu yazıtları çözmüş, böylece bunların Kültigin ve Bilge Kağan tarafından diktirildikleri, yazının Türklere özgü bir alfabe, dilin de eski Türkçe olduğu meydana çıkarılmıştı.

Anıtların öneminden ötürü Orhon alfabesi diye de anılan Göktürk alfabesinin kökenine gelince, bu konuda çok farklı görüş ve iddialar bulunmaktadır. Bu alfabede kullanılan işaretler, Runik diye adlandırılan eski Iskandinav yazısındaki işaretlere benzediğı için Runik karakterli sayılmış ve o alfabeyle ilişkilli olabileceği öne sürülmüştür.Yazıyı çözen Thomsen, bu Türk alfabesinin Arani alfabesinden türemiş olabilece görüşünü savunmuştu. Buna karsın Aristov gibi Rus bilginleri, bu yazıdaki işaretlerin eski Türk damgalarından alınmış olabileceğine dikkatleri çekmiştir. A. Cevat Emre ise, Göktürk yazısının Sümer yazısı ile aynı kökten gediğini varsaymıştır. Bütün bu değişik, hatta çelişik savlar arasinda söylenebilecek şey, bilim çevrelerinde en çok Thomsen’ın görüşünün tutunduğudur.

cultureSettings.RegionId: 0 cultureSettings.LanguageCode: TR